“İnsan doğası gereği hep mutlu olmayı ister.”
Bunu nerden duydum,nerden okudum? Yoksa benim aklıma mı böyle geldi,bilemiyorum. Ama insan olarak bir duyguya ister istemez sürüklendiğimde; daha önce yaşadığım aksi duyguları nasıl hiç yaşamamışım gibi unutabiliyorum?...
Mutsuzum ve mutlu olduğum zamanlardaki beni özlüyorum hatta arıyorum, oluşturmaya çalışıyorum. Yeterli değil!
Yüzüm asık, bedenim yorgun, gözlerim solgun, başım ağır...Mutsuzum!
Bildiklerimizi hayata geçirecek kadar inanmıyor muyuz yoksa kendimize ve bildiklerimize? İstediğimizi yapınca pişman olabileceğimiz duygusunu kim koydu içimize? Neden bu kadar korkuyoruz kendi isteklerimizden, biz yanlış mıyız? Ve bu yanlışlar ve doğrular kimin ve nerede, ne zaman, nasıl???
Bir ömrü başkalarının olmasını istediği gibi geçirmek sizce yaşamak oluyorsa siz de mutlu insanlar kervanına katılın o zaman ama mutsuzluk gerçek mutluluğu getirecektir en sonunda; korkarak, kendinden kaçarak, inanmayarak olamaz!
Kendi ahlaki değer yapısını her birey kendi kendine oluşturabilirdi belki de toplum ve sosyalite olmasaydı. Yani insan aslında sosyal bir varlık olmasıyla çelişki durumunda.
İnsan sosyal bir varlık,evet! Ama bu sosyalliğin içinde kendi öz değer yargılarını, ahlak yapısını, duygularını, isteklerini, hayal gücünü ve umutlarını gerçekleştirmekten çok uzak!
O zaman belki de insan sosyalliğinden uzaklaşacak ya da bu sosyalliğin içinde yalnızlaşacak!
Kalabalık kendinden olmayan bir formu dışarı iter ve homojen kalmaya özen gösterir. Kendi bireysel homojenliğine zaten sahip olan ama bunun farkında olmayan kişi, bu dışlanmanın sonucu garip bir ruh durumuna bürünür. Aslında değişen hiçbir şey yoktur ve bu dışlanma insanın kendini bulmasında ilk adım olabilecek bir şanstır.
Aşk,bireysel yalnızlığa çare olabilir mi? Belki de... Ama bedensel yalnızlığa sadece aşk çare olur. Karşı cinsin varlığı insandaki o toplumdan koptuğu zaman kaybettiği değerleri yaşatır. Hem kalabalık yoktur hem de sosyallik vardır.
İnsanın kendini tamamlama yolunda karşı cinse önemli görevler düşer. Tabii her iki tarafta kendini gerçekleştirme eğilimindeyseler ve bunun için toplumsal sosyalliklerinden uzaklaşıp birbirleriyle bireysel bir sosyallik yaşamaya karar vermişlerse; bu hayatı kendi istekleriyle yaşayıp kendi sözlüklerini oluşturup bu sözlükle geçmişte de bu şekilde yaşamışları anlayıp çözümleyip yorumlayarak hayatlarına her yeni anda bir şey daha katma arzusundaysalar; insan olmanın öz suyundan içmekse niyetleri; bu iki cins artık ortak bir amaçta “bir” olmuşlardır ve bu ortak amaç onların varlıklarının sebebiyse o zaman bu iki cinsin aşkı bir şükretmedir. Bir teşekkürdür aşk! Aşkın kendi amacın sebebidir.
Bu durumda toplumsal değerlere bağlı kalıp, bedeni ihtiyaçlar ve toplumsal doyumlar için kendinden ve aşktan vazgeçmiş hatta bihaber insanlara ne diyebiliriz? Tabii ki hiçbir şey...
Hayal gücünden korkmamak!
İnsan yaratır, oluşturur, parçalar, böler, hatırlar, yeniler hiç olmamış gibi..
Hayal gücü bildikleriyle mi sınırlıdır insanın yoksa bilmedikleri de dahil mi sınıra? Her neyse sonuç olarak hayal gücümüze sınırsız diyoruz.
Nedense bazı zamanlar hayal ediyoruz. Hatta biraz fazla hayal edince hayalperest oluyoruz yani hayale, hayaline tapan anlamında. Tapmak, inançla gelir değil mi? O halde insanın kendi hayallerine inanması; bütün bu olan her şeyi kendi hayalleriyle yorumlaması; dünyaya, aşka, geçmişe ve geleceğe kendi hayalleri sayesinde inanması o kadar sınırsız ve insanın elinde ki!
Sonuçta insanı korkutan ve kaygılandıran, kısacası ruhumuzu kötü etkileyen durumlar da hayal gücümüzdendir. Ve belki de hayal gücümüzü baskı altında tuttuğumuz için bu sonuçlar doğuyor olabilir.
Hayal gücümüz bizim gücümüzdür ve gücümüze hakim olursak –ki ben de bilemiyorum- neler neler olur ,kim bilir?..